4 Eylül 2011 Pazar

Kebabın Anavatanındayım.

Yolum Adanaya düştü bu bayram. gitmişken yöresel tatlar tatmamak olmaz tabiki. yabancı bir şehire gittiğimde oraya ait bir şey yiyeceksem eğer oradaki en iyi yerde yemek lazım gelir. yoksa tadını alamaz anlayamaz insanoğlu. Adanaya gelmişken de ADANAKEBAB yememek olmaz dedik. Barajdaki en iyi ve kimilerine göre Adananın en iyi kebapçısı ONBAŞILAR KEBAP'a 8 kişilik rezervasyonumuzu yaptırdık. yemek saati olarak 7yi belirledik ve başladık beklemeye...

Saat 18:30 civarında ONBAŞILAR KEBAP'ın yolunu tuttuk. mekan yaklaşık 2 yıl önce yeniden hizmete girmiş ve tepeden tırnağa heryerini yenilemişler. baraja bakan yerde masamız hazır.Lokantanın sorumlu müdürü İngiliz Mehmet bizi kapıda karşılıyor.Masamıza geçip siparişlerimizi veriyoruz ve adanalarımızı beklemeye koyuluyoruz. Burada servis açılırken çay bardakları da yemeğe başlamadan önce masada yerini alıyor ve termos içinde demleme çaylar hazır bulunduruluyor.


...Ve şölen başlıyor. şehir efsanesi olarak bildiğimiz 'masada boşyer kalmıyor' cümlesi kulaklarımda çınlamaya başlıyor... Sırasıyla -Ramazan olması sebebiyle- İftariyelikler, çoban salata, haydari, çiğköfte, pişmiş soğan, patlıcan salata, nane ve maydonoz geliyor.
 

Bu kadar mezeden sonra gözümüz sofranın kralını beklemeye koyuluyor. beklerken dayanamayıp ocakbaşına gidiyorum. İngiliz Mehmet büyük bir içtenlikle bütün mutfağı gezdiriyor bize. her çalışanın bir lakabı olduğundan bahsediyor ve başlıyor tek tek saymaya... Mutfakta kızaran etleri görünce sabırsızlanıyoruz haliyle ve doğru masamıza gidip beklemeye koyuluyoruz. bu sırada top atılıyor ve çorba servisi de başlıyor. tereyağlı mercimek çorbasını porselen tabaklara servis ediyorlar. büyük bir iştahla çorbalarımızı içip daha da sabırsızlanıyoruz.


Büyük  bir iştahla Adana Kebabı afiyetle mideye indirmiş bulunmaktayım. AdanaKebap'ın resmini çekmedim. Çünkü gittiğinizde kendiniz görün istedim.

Kısa ve öz olarak sonuç: Kebap Adana'da yenir ;)


                                                                                                        28.08.2011 Onbaşılar kebap - Adana

23 Aralık 2010 Perşembe

Okyanus yeşili ve gözlerin…
İkisini birbirinden ayırt etmek
Zor gelse de usanmadan baktım ikinize…
Soluksuz bir nefesten
Uğuldayan kulaklarıma
Sert esen rüzgâra
Ve koşuşturan bulutlara inat…
Koştuk inatla rüzgâra karşı
Durmadan koştuk.
Ne olduğumuzu
Kim olduğumuzu
Ve en önemlisi
Bir daha görüşemeyeceğimizi bile bile koştuk.
Akşam olmadan önce
Son bir kez
Sarı buğday saçlarını okşayıp güneşe adaklar adadık.
Belki bir gün tekrar karşılaşırız diye
Umduk
Umutlandık
Ve gerçekleşmeyeceğini bile bile inandık.

8 Eylül 2010 Çarşamba

centraal station


...İstasyon insanları burdalar tesadüfen
Aynı rüyayı görüp ayrı yerlere giden...

25 Ağustos 2009 Salı

sonsuz hiçlik gerçeği

sonsuz hiçlik gerçeğini anlamak için ego ölmeli ve biz bir hiç olmalıyız. bir kalpte iki şey yaşamaz ya o ya da ego için yer vardır ve ego ancak bizleri acı ve gözyaşına bogarak gider.
bu geride hiçbirşey kalmayıncaya kadar devam eden acı veric
i bir süreçtir.
bu fena haldir, yok olmaktır

7 Ağustos 2009 Cuma

gece kadar rahatsız etmiyor.


…Yoldasın şimdi.

Usul usul karanlığı yaran otobüsün bilmem kaçıncı koltuğundasın ve uyukluyorsun.

Kafanda türlü düşünceler ve geride bıraktıkların…

Okumaya çalıştığın kitap gibi hayatı da okumaya çalışıyorsun

Sarsıntıya karanlığa aldırmadan

ve çevrendekilerin rahatsız gözleriyle

sen bırakma ama kitabı elinden

ve devam et okumaya…

sen hayatı hayat seni okusun !

4 Ağustos 2009 Salı

gök, üstad sana emanet..

'bu yol bizim yolumuzdur
gidip geri dönmemek var
sıra kimde belli olmaz
geri dönüp görmemek var. '


ayın ilk günü, vakit gece. aylardır yağmur düşmemişti kasabaya. buzlu içeceklere alışmıştık oysa biz,
şimdi ortalık kahve tadında buram buram. ufacık bir bahçeye bakan yüksek bir balkondayım, antenlerden
çatıların turuncu kırmızılığını kaybettiği bir manzarada aynı zamanda; bulutları görebilmek asıl zevk.
ne yazık ki, kağıdın ilk satırlarında kalemi yeniliyorum. biliyorum ki, şakır şakır yerine patır patır yağmurun
düştüğü bu yaz gecesinde çok şey yenileniyor, direnmiyorum. misal, göktanrı kızmıyor bize, şimşek çakmıyor.
bu gece, çok sevdiğim hırkamı üzerimde görüyorum. mutluluk.

aslında birgün, biri yağmuru anlatmalı bize. ve nasıl iki yüzlü olduğunu kasaba insanının. kahkahalar duyuyorum evlerden,
insanların keyfi yerinde. sonbaharda, yağmur sıkıyor bu kasaba insanını, yaz akşamında ise özletiyor kendini küçük
bir ürpertiyle. gökyüzüne bakıyorum, bulutlar çekiliyor. bir dost anıyor adımı çok uzak bir bozkırdan, biliyorum.
biliyorum ki, onun da kasabasına yağmur düşüyor. unutma üstad! bu gece göğün rahmi temizleniyor.

bir sigara yakıyorum. elimin gölgesi kağıda düşüyor. en sevdiğim. ve ışık yeniden, sevdiğim üzere sağdan
vuruyor, aydan yansıyan ortalarda yok. ışıklı pencereleri de sayıyorum, hep biri eksik çıkıyor, göğün
en tepesinden geçen uçakla avunuyorum. bilirsin üstad, eksik olmaz kasabamızdan uçaklar. ve kısa
zaman içinde uçmaya özlemin, aktarmalı bir uçak içinde son bulacak. sen göğün en tepesindeyken, ne önün
ne arkan olacak. geriye bakmak isteyeceksin biliyorum, cebi delik zaman, sana birşeyleri unuttuğunu
hatırlatacak. bir damla yağmurdan huzur ummak, bir nefes sigara tadı bırakacak dimağına; sen olduğun
yere ait değilsin. yarın, sen giderken, göğün rahmine kurtlar dolacak.

sevdiğimiz gök, sanırım artık bize pek çok şey bağışlamayacak. korunduğumuz öfke, hücrelerimize gram
gram, taşarak sızıyor, çaresiziz. kimsesiz olmasak da, kimsesiziz işte, aşikar olan yalnızca var olduğumuz,
neye kime varız, meçhul. kasabanın göle bakan değil de, denize nazır kıyısındaki bilge kadar olacak
ömrümüz, maçka'nın saçları kadar ise beyaz olmayacak. el yazımız sadece kağıtlarda kalacak misal, ne
yapalım; hint fakiri rüyamızın ekmeği umudun saltanatı, ütopyamızda cumhuriyet kurulana kadar.

sonunda karanlığa büründü kasaba sebepsiz, şehirde bir şeyler yolunda gitmiyor. belki de, yağmura
hasret pompalanan yürekler, onu aydınlığa layık görmediler. bense, apaydınlık bir kağıttayım.
bazen,
bir gemi yapasım geliyor, aydınlığın beni ele vermesinden korkuyorum.


yağmur, 01.08.09 02.20

"yağmurdan alıntıdır."

7 Temmuz 2009 Salı

Çocuk neden sakat abi?



Çocuk neden sakat abi? 

-doğuştan... Doğuştan denmez aslında. Hamileyken babasından ağır bi dayak yemiş.
-babası nerde? 
-Sinop’ta 
-hapishanedeki? Geçen gün uğur ablayı hapishaneye giderken gördüm...  
-sevgilisi...  
-onun için mi bu şehirdesiniz? Ha?  
-uzun hikâye karışık...
Bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. mevlanakapı’da. Babası zabıtaydı. Alkolik hasta bi adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. Bu anasıyla yoksul, perişan... Bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi şeyler. bi de zagor vardı. Bizim eski evin kiracısının oğlu. Babası filmciydi yeşil çamda. Cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. Ama sevimli, yakışıklı oğlandı. Bizimkine âşık etmiş kendini. Ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. Öylece büyüdük gittik işte. ne bok varsa? Hep askerliği beklerdim. dört sene kaldı, üç sene kaldı... Sonunda o da geldi gittik. Bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama. Ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan... Nikahlandık. İki taksi bi dükkân verdi peder. Dükkânda koltuk moltuk satardım. bi gün bu orospu çıkageldi. Hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. Böyle basma bi etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi bluz, saçlar maçlar... Pırlanta anlayacağın. Şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. Kanıma girdi o gün. Tabii taktım ben bunu kafaya. Ertesi gün bi soruşturma... Dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. Ama asıl zagor’a kesikmiş. zagor’da koftiden içerde o sıra. bi gün, süslenmiş püslenmiş; zırt geçti dükkânın önünden. Yazıldım peşine. Tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı; minibüs otobüs, geldik sağmalcılara; benim içimde bi sıkıntı. İşi anladım tabii: zagor’u ziyarete gidiyor. bi tuhaf oldum, piçi de kıskandım. Uzatmayalım çaresiz evlendik ötekiyle. O ara zagor içerden çıktı. Sonra bi duyduk; kaçmış bunlar. Altı ay mı bi sene mi; kayıp. Hep rüyalarıma girerdi orospu. O gün dükkâna gelişini hiç unutamadım. Benimkine bile dokunamaz oldum. Sonra bi daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş zagor: biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. Karakolda beş gün beş gece işkence buna. Arkadaşlarının öcünü alıyorlar. Kaltağa da öyle... Önce öldü dediler zagor’a, sonra komalık. Ankara’da oluyor bunlar. Bizimki bi gün çıkageldi mahalleye. zagor içerde, en iyisinden müebbet. bi sabah dükkâna geldim, baktım bu oturuyor. Önce tanıyamadım. Anlayınca içim cız etti. Cız etti de ne? Tornaya değmiş gibi oldu. Çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi surat... Ama bu sefer başka güzel orospu. Oranın şarkıları gibi. Kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. Dedi para lazım, çok para. zagor’a avukat tutacakmış. İlerde öderim dedi. Esnafız ya bizde, “nasıl?” diye sormuş bulunduk. Orospuluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. İçime bir şey oturdu ağlamaya başladım, ama ne ağlamak! İşte o gün bu günden beri bu orospuyla tam yirmi yıl geçti. Uzatmayalım, zagor’a müebbet verdiler. Ama rahat durmaz ki piç! Ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyor. Orospu da peşinden. Sonunda dayanamadım: ben de onun peşinden... Önce dükkân gitti, ardından taksiler. Karı terk etti, peder kapıları kapadı. Yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. İş bilmem, zanaat yok. Bu durmuyor hiç. İlk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. Gözünü yumup yatıyor milletin altına. Gel dönelim diye çok yalvardım. Evlenelim, pederi kandırırım, zagor’a bakarız: yok. Kancık köpek gibi izini sürüyor itin. n’aptı buna anlamadım. Kaç defa dönüp gittim İstanbul’a. yeminler ettim. Doktorlar, hocalar kar etmedi. Her seferinde yine peşinde buldum kendimi. bi keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile... Beni abisiyim diye yutturduk herife. Nedense rahatladım, ohh dedim, kurtuluyorum. Bu da akıllanmış görünüyor. Yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyor başka bişe demiyor. Sinop’ta oluyor bunlar. Ben de döndüm İstanbul’a. doğumuna yakın, zagor bi isyana karışıyor gene. Hemen paketleyip Diyarbakır cezaevine postalıyorlar. Çok geçmeden bizimki depreşiyor gene; o haliyle kalk git sen Diyarbakır’a, üç gün ortadan kaybol... Herif kafayı yiyor tabii. Dönünce bi dayak buna: eşek sudan gelinceye kadar. Kızın sakatlığı bu yüzden. Sonra çocuğu doğuruyor. Uzun zaman anlaşılmamış. Ortaya çıkınca bi gece esrarı çekip takıyor herife bıçağı. Çocuğu da alıp vın Diyarbakır’a, zagorun peşine. Allahtan herif delikanlı çıkıyor da şikâyet etmiyor. Ben o ara İstanbul’da taksiden yolumu buluyorum. Epey bi zaman böyle geçti. Yine her gece rüyalarımda bu. Zagorun Diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıra. bi gece bi büyükle eve geldim. Hepsini içtim. Zurnayım tabi. bi ara gözümü açıp baktım: karlı dağlar geçiyor. bi dada açtım, başımda bi çocuk, kalk ağabey, Diyarbakır’a geldik diyot. Baktım, sahiden Diyarbakır’dayım. bi soruşturma... Kale mahallesi vardır oranın, bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? Görünce hiç şaşırmadı. Hiç bişe demedik. O gece oturup düşündüm. Oğlum Bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul yürü şimdi.

O gün bugün usul yürüyorum işte. hııh!

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Nefes alamıyorum

Bütün gün uğraştım nefes almak , yaşamak için. Boğazımda düğümlenmiş çıkamayan nefesler. Demir bir tasma takmışçasına sessiz ve ağırdan yaşadım bugünü. Gerçekten de nefes alamıyordum.Benim yerime alınan kararlar vakit kaybetmeden uygulamaya girdikçe ben nefes alamaz hale de geldim.

Bomboştu ev; odam mutfak banyom… dolaplarımda boştu. Şişeler kaseler kutular da bomboştu. Bi an beynimin de boş olabileceğini düşündüm. Ve işin acı tarafı ben de inanmaya başlamıştım bomboş bir adam olduğumu düşünmeye.
Kapıya dayanan finaller ödenmeyi bekleyen faturalar özür dilenecek , intikam alınacak, kutlanacak ot olacak bok olacak insanlar da beklemekteler beni. Bilgisayar başında boşa harcanmış zamanlar, okunmayı bekleyen ders notları, yıkanmayı bekleyen tabaklar, dökülmeyi bekleyen çöp kovası …Düşündüm de ne çok şey bekliyormuş beni de haberim yokmuş . bekleyenim çokmuş…gülümseme tuttu şimdi beni . birazdan kahkahaya dönüşecek acı gülümseme sonrasında Mahsunlaşıp gözlerimde dolacak. Ama hıçkıra hıçkıra ağlayamayacağım. Uzun zamandır hıçkıra hıçkıra ağlayamıyorum. En son ne zaman ağladığımı unuttum. Göz yaşı akması ağlamaktan sayılmaz canım. Onlar sadece duygu boşalması … ağlamak sa apayrı bir olay. İnsan zamanlarını ayırmalı onun için hazırlık yapmalı bence. Karanlık bir odaya geçmeli bir kutu mendil almalı kapıyı defalarca kilitleyip başlamalı ağlamaya da böyle planlanınca da ağlanmaz ki. O zaman ne olacak peki?

Demek ki her yerde ağlamak absürd bir davranışmış. Kantinde ağlayanları görürdüm yılda en az bir kere. Ağlayıp da gözleri kan çanağına dönene kadar yaygarayı basan ama bi taraftan da birine sarılıp belli etmemeye çalışan ama her ne hikmetse çabucak fark edilip başına üşüşen insanlar topluluğu olayı anlamaya çalışırken ağlamak da işin farklı bir boyutu.

En sevdiğim saatler başladı yine. Sabahın 5inde yine ayaktayım. Bütün gün uyuyacağımı bile bile yine bilgisayar başındayım. Uyuyamıyorum. Aslında yatsam uyurum ama uyumaktan korkuyorum. Ya gece uykuda gidiverirsem . nefes alamıyorum 2 gündür ve bu durum beni endişelendiriyor. Beklide oraklı bekçi başucumda bekliyor. Bir taraftan da ninni söylüyor. Uyusun da ölsün diye.

Zamanı kim durdurabilir ki? İnsanların peşinden şehir şehir gezdim. Birkaç saat görmek için hasret dedikleri saçma sapan özlemsi şeyi gidermek için o kadar yol gittim. Ne işe yaradı. İlişkiler iyiyken iyi de kötüyken neden kötü? Acaba şehirlerden şehirlere gitmeseydim hayatımda bir değişiklik olur muydu? Bir sonraki versiyon ile iletişim kurarken gittiğin şehirleri anlatmak versiyonun yapım yerini biliyorsan onu elde etmek daha mı kolay oluyor. Farklı tip ve ebatlarda makinelerin menşelerini bilmek daha doğrusu şehirlerini bilmek insana bişiler katar mı? Uffffff bu saatte de amma soru sordum. Ne bileyim ben ? neyse ne kardeşim. Yat zıbar en iyisi ölürsen de kalanlara Allah tan rahmet kederli ailesine baş sağlığı dileriz olur biter konu da kapanır.

Bugünkü cenaze gibi cenazemi oradan oraya da taşımayın ha ! gömüverin bi köşeye tamam. Aslında en büyük hayalimdir. Cesedimden pide yaptırıp tüm ahaliye beni seven sevmeyen herkese dağıtmak ve sonunda ;

YEDİNİZ BİTİRDİNİZ ULAN BENİ….
...diyebilmek...

16 Mayıs 2009 Cumartesi

cesur kuşku ve bıkkın balkon

Küçükken izlediğim dizileri hatırladım. TRT-1de öğlenleri okuldan gelince izlediğim bir dizi vardı. Haluk bilginer ile aşkın nur yengi oynardı. Dizi 10 bölüm filan çekilmişti. Amatör antrenör cesur ve aşkı iclal. Hal müdür Burak sergen e karşı cesurca savaştı cesur. Sonrasında yayından kalktı dizi. Niye kalktı bilmiyorum. Ama magazin basını diziyi Zuhal Olcay'ın aşkın nur yengiyi kıskandığı için kaldırttığını öne sürdüler. Oysaki haluk bilginer ile Zuhal Olcay arasındaki aşkın taa liseden başladığını ve yıllardır sürüp gittiğini anlatan bir mektup dolaşıyordu piyasada. Zaman işte çok çabuk geçiyor. Dizi çekileli tam 8 yıl olmuş. Nasılda hızlıca geçivermiş zaman.

Lise günlerimi hatırlıyorum da bir tatlı telaş peşinde koşuşturup duruyormuşuz. Tek amacımız saçma sapan bi sınavı kazanıp iyi bir yerde okumakmış meğerse. Çocukluğumuzu ya
şayamadan sokakta akşam ezanlarına kadar top oynayamadan büyüsek kaç yazar.

Gecenin bilmem kaçı uykusuz gözler içilmeyi bekleyen soğumuş ucuz kahve. Yer lambası odamı aydınlatıyor ve bir yandan da ısıtıyor içeriyi. Serin bir Ankara gecesinde pencereden şehri dinliyorum. Bugünlerde çok faz
la siren sesi duymaya başladım. Ya da sirenlere duyarlılığım arttı. Bilemiyorum ama artık sinirimi bozmaya başladı siren sesleri. Ben küçükken ayda yılda bir duyardım , küçük memleket olunca fazla öttürmezlerdi o sirenleri. İnsanın içini tedirgin eden bi frekansta kulakları patlatırcasına acı acı çalmak….

Kaçarak geldiğim bu şehir tekrar sıkmaya başladı beni. Sınavlar faturalar insanlar… hepsi ayrı bir dert ve insan YETER ULAN Bİ GİDİN BAŞIMDAN diyor. Atıp bi köşeye tüm
dertleri uyumak istiyorsun bu seferde sirenler uyandırıyor seni.
Kuş sesiyle uyanmak istiyorsun bir sabah da . kuşlar da uyandırıyor beni ara sıra ama sinirle uyandırıyor onlar da. Karga mı ağaçkakan mı olduğunu anlayamadığım bir kuş pencereye konup garip garip ötüyor. Özellikle de Pazar günleri ötüyor. (Serçelerin cikciklerini özledim ) ister istemez
uyanıyorsun kuş sesiyle ama sinirle...

Bi de balkonumu özledim evimdeki.
Asma yapraklarının güneşten koruduğu güllerin ve her yıl dikilen mevsimlik çiçeklerin renk kattığı balkonumuzu özledim. Sabahları güneşten ısınan duvarına öğleden sonra yaslanınca uyumamak için kendimi zor tuttuğum balkonumuz ah ah yaz gelse de sınavlar bitse de evime geri dönebilsem. Yoldan geçenlerin dik dik bakmasını bile özledim. Komşuların laf atıp seni uyutmaması bile güsel bir şeymiş şimdi anladım.
Burada balkonu kediler işgal etti. Açamıyorum kapısını açsam biliyorum ki hapşırmaktan öleceğim. Nasıl bıraktıysak kışa girerken öyle duruyor. Acil durum için hazırlanmış pet şişeler ve içinde çamurlu Kızılırmak suyu. Çamuru çökmüş altına ama hala sapsarı…

Buradaki komşular da görseler seni balkonda; bırak laf atmayı çevirip kafalarını bakmazlar bile. Ama yan komşumuz daha sevecen daha iyimser bir teyze. O muhakkak hal hatır da sorar. 45 yıllık bir apartmanda otur
duğumu öğrendiğimde geçenlerde büsbütün sogudum buradan. Artık gitmek gerek dedim içimden yavaştan toparlanmaya da başladım çaktırmıyorum kimseye ama gitme vakti çoktan gelmiş.

Oooo saat de epey olmus uyusam iyi olacak yoksa uykunun en tatlı halinde kuşlar gelecek yine . güsel bir cumartesi sabahı olsun istiyorum. Uykumu alayım. Kahvaltımı yapayım ve medeni usul hukukuna kaldığım yerden devam edeyim istiyorum. Akşamda çalıştığım dersin
vermiş olduğu haklı gururla evimden çıkayım bir Kızılay yapıp deşarj olayım istiyorum.
belki eskilerden bir iki dostu görürüm belki de görürüm ama görmezden gelirim.Belki pazartesi günü gördüğüm kızı tekrar görürüm. Bilmiyorum yarın olsun hele de bakarız duruma göre hareket ederim artıkın.

02,40 cumartesi olmuş..

2 Mayıs 2009 Cumartesi

ORMANLAR İÇİNDE İKİ KARDEŞ


orjinal adı : two brothers

Tür : Macera / Dram
Yönetmen : Jean Jacques Annaud
Senaryo : Alain Godard , Jean Jacques Annaud
Müzik : Stephen Warbeck
Yapım : 2004, Fransa / İngiltere ,

Angkor ormanlarının kalbinde, unutulmuş bir tapınağın kalıntıları arasında doğan iki kardeş, tüm dünyadan uzak mutlu bir yaşama başlar. Yavru kaplanlar anne ve babalarının tutkulu ve cesur bakışları altındadırlar. Ne var ki 1920'lerin başında Batı dünyasında moda olan Asya'nın hazinelerini keşif tutkusu onların yaşamını da etkileyecektir.dünyanın öbür ucundan kalkıp gelen hazine avcıları bu iki afacan kardeşe rastladığında onları yakalamaktan kendilerini alamaz. Kardeşlerden biri sirke satılır; diğeri ise bir prensin sarayına. Ama kader onları yıllar sonra bir arenada karşı karşıya getirecek. Dövüş esnasında birbirlerini tanıyacak ve birlikte kaçacaklar. Türk sineması tadında olan bu yapıt hayvanlar aleminin içinde de bir Yeşilçam olduğunu bizlere gösterir.


Ayı'dan 16 yıl sonra, usta sinemacı Jean-Jacques Annaud, yeni bir uzun metraj ile hayvanların olağanüstü dünyasına çeviriyor kamerasını. 2004 yılında gösterime giren bu film ne yazık ki ülkemizde hiçbir sinema şirketi tarafından kabul görmemiş ve maalesef ülkemizde gösterime girememiştir.
Gerçek kaplan seslerinin kullanıldığı bu filmi bir şekilde bulup izlenemizi şiddetle tavsiye ederim ve garanti veririm ki kaplanları daha çok sevecekseniz.